Aidiyet sırrıyla mayalanmış insan. Bir kültüre, bir inanca, bir coğrafyaya, bir fikre, bir ruha ait. Kelebek ömrü kadar kısa hayatlarımızda varoluşumuzun sıkıntılarına katlanabilme dirayetini buluyoruz ait oluşlarımızda. Olduğumuz gibi kabul edilmek, utanç ve kınanmadan bağımsız, yaralarımızın tuzlanmadığı, onaylandığımız, şefkatle buyur edildiğimiz bir dünyaya ait olmak istiyoruz biteviye. Aidiyetler bizi birleştirdiği kadar ayırıyor da. Hangi dünyaya kulak kesilmişsek ötekine sağır yaşıyoruz. Dipsiz ve kör bir kuyu gibi yutuveriyoruz aidiyetlerimize ters düşen hakikatleri. Oysa hakikat sadece bizde midir?
Bir hakikat ahlakına muhtacız. Hakikati benliklerimizden sıyrılmadan, gerçeği olduğu gibi yansıtmayan dev aynalardan seyrediyoruz. Ayna sarhoşluğuyla kendimizi her alanda mutlak sayıyor, orada aklanıyor, başkalarını üzerlerine oturmayacak giysilerle rahatça etiketliyoruz. Dünyalarımız anlamaktan çok anlatmaya, görmekten çok göstermeye, sarmaktan çok kanatmaya müsait. Hakikati ortaya çıkarma çabasından ziyade peşin hükümlerle bizden olmayanı “öteki” ilan ediyor, gereğini düşünüp hapsediyoruz kalın zincirlerle karanlık zindanlara.
En son “öteki” olarak gördüğünüz kimlerin hikâyesini dinlemeye heves ettiniz? Elimize kim ya da ne tarafından tutuşturulduğu belli olmayan “hakikat” kalemini bir kenara sessizce bırakarak kimleri karşınıza alıp yadırgamadan ve yargılamadan bir başka benliğin benliğinizin ruhuna değmesine izin verdiniz? Amansız bir avcı istidadıyla seslerini bastırmaya çalıştığımız her düşünce ve her eylem kendi insanlığımızı ıskaladığımız bir yanılsamadan başka bir şey değildir oysa. Ötekinin benliğimize dokunmasına izin vermek bizi kendimizle yüzleştirir. Yüzleşmekten kaçındığımız aslında kendimiziz.
Zor zamanlardan geçiyoruz. İnsanlığın yaşadığı en önemli sorunlardan biri kutuplaşma. Her birimiz gerçekte kim olduğunu asla bilmediğimiz “ötekiler” tarafından dışlandığımız ve bir şekilde mağdur edildiğimiz hissiyatını taşıyoruz. Benliklerimizin üzerine mecburen sardığımız kalın kabuklarımızın kırılmasını ve hakikatlerimizin özgürce ortaya çıkarak fark edilmesini arzuluyoruz. Güvensiz, içimize kapanmış ve anlaşılmayı bekler vaziyette sessiz ve ürkek yaşıyoruz. Bu noktada hakikat yalnızca benim dediğimizde buradan insanlık adına daha yaşanabilir bir dünya çıkmaz. Aramıza kalın duvarlar örerek fildişi kulelerimizden ötekinin kusurlarını, yanlışlarını, günahını kendimizce sayıp dökmek bizi daha iyi bir insan, dünyayı daha yaşanabilir bir mekân yapmaz. Bulunduğumuz noktadan daha ileri ve iyi bir noktaya taşımaz. Aksine kendimizle samimiyetle yüzleşebildiğimiz ve benliğimizi başkalarının ne olduğu ya da olmadığından ziyade kendimizin ne olduğu ya da olabileceği söylemler üzerinden inşa etmeye çalışmak bizi insanlık adına daha ileri bir noktaya, dünyayı daha yaşanabilir, nefes alınabilir bir mekân olmaya taşıyabilir. Şu gerçeği kabul edelim ki insanlar olarak birbirimizden başka yurdumuz yok. Dünyada atan tek kalpte bizim göğsümüzdeki değil. Düşeriz, kalkarız. Bazen isabet etsekte çoğu zaman yanılır derin acılar duyarak tutunacak dallar ararız. Sığınacağımız liman, varacağımız adres daima “öteki” kabul ettiğimiz insanlardır. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde birbirimize yurt olmaktan çıkarak kapılarımızı sert bir şekilde birbirimizin suratına çarptıkça yurtsuz ve yalnız yaşıyoruz. Suratımıza çarpılan her kapı bizi daha da bireyselleştiriyor. Peki, yurdumuz neresi; sosyal mecralar, AVM’ler ya da kimselerin fark etmediği kuytular mı? Birbirimizi hapsolmaya mecbur bıraktığımız bu yabancı yurtlar bizi insanlık olarak bir gün mutlaka soldurmaz mı? Çiçeklerini soldurduğumuz toprakların güzelliği nerededir? Ancak kendimizin dışına çıkarak başkasına da yurt olabilmeyi sağlayabildiğimiz topraklarda adına “insanlık” dediğimiz rengarenk çiçekler açarak arzı endam edebilir. Hangi dostluk daha insancadır; bana benzeyen ve benim kelimelerimle konuşan insanla kurduğum dostluk mu? Yoksa bana benzemediği ve benim ruhumun yankısı ile konuşmadığı halde yine de bir yakınlık kurabildiğim ötekinin dostluğu mu?
“İki mahkum hücrelerinin duvarlarına tıklayarak haberleşirler. Onları ayıran duvar aynı zamanda haberleşme vasıtalarıdır ve her ayrılık aslında bir bağdır” diyor Simon Weil. BEN’in değil BİZ’in sesini yükseltelim. Duvar değil, sağlam köprüler örelim. Örelim ki aynalar hakikati yansıtabilsin.
Yorum Yazın
Facebook Yorum